İstanbul'a ilk gelişimi daha dün gibi hatırlıyorum...Beyoğlu'ndan nefret etmiş Ortaköy'de sükutu hayale uğramıştım. Belki de beklentilerimin aşırı yüksek olmasından bilemiyorum tek sevdiğim köprüden geçmek olmuştu ki hala en sevdiğim şey budur İstanbul'da.
İnsan bir şeyi kırk defa tekrarlarsa olurmuş derler ya üniversitede her ailemle özellikle annemla her kavga ettiğimde "çekip gideceğim İstanbul'da yaşayacağım" derdim. Fütursuzca teleffuz ettiğim cümleler bir anda gerçek oluverdi sonra zor zamanlar başladı benim için; şimdiyse itiraf ediyorum en çok anne babamı özlüyorum.
İş bulma döneminde bir ev arkadaşım vardı. Yüksek lisansta çok iyi anlaşıyorduk sonra aynı evi paylaşmaya başladık. Yürümedi; mecbur ayrı eve çıktım. Aldığım maaş ancak ev kirasını karşılıyordu babadan burslu oturdum İstanbul'da evlenene kadar. Evi tuttuk ama eşya yoktu. Bir yatak, bir TV, arkadaşımın balkonundan attığı eski bir ahşap masa, bir koltuk, bir yatak, bir iki tabak çanak.. Ocak yok, buzdolabı yok, çamaşır makinası, bulaşık makinası yok oğlu yok. Yaklaşık 2 ay böyle yaşadım ilk evimde. Allahtan kar yağmıştı o kış da, marketten aldığım eti önce bir tencereye sonra da balkonda karların arasına gömüyordum. Çamaşırlar doğru Ankara'ya gidiyor ütülenip geri geliyordu. Bir gidişimde Ankara'dan eski bir tost makinası getirdim. Izgaralarını çıkartıp elektirikli ocak yaptım onu su bile 20 dakikada kaynıyordu.
Ev de bir felaketti, nemden çamaşırlar sürekli ıslaktı, az para harcayacağım diye kombiyi düzenli yakamıyor kazakla yatıp kalkıyor adeta kalorifere yapışık yaşıyordum. En korkuncu İstanbul'da tamamen yalnızdım ve apartman komşularıma sırayla hırsız giriyordu. Gece gözümde gözlükle uyuyor sabaha karşı gözlerimin içine batmış gözlükle ancak vedalaşabiliyordum.
Bu psikolojiyle İstanbul'u sevmem nasıl mümkün olabilirdi ki...
Hikayenin devamında hayatıma sihirli bir değnek değdi sanmayın. Ama her şey zamanla yoluna girdi. Sanırım bunun sebebi asla yakınmamam oldu. Hep pozitif oldum dersem yalan olur hatta çoğu zaman negatiftim ama ben alışık olmadığım bu yeni düzende kendi ayaklarının üzerinde duran kadını oynadım durdum. Ve oynarken oynarken sanırım boyut atladım sonunda gerçekleşti.
Önce daha iyi maaşlı bir işe geçtim, üstelik artık müdür olmuştum. Pek tabi asla tatmin etmedi bu dördüncü işim hala da tatmin etmiyor.
Sonra bir gün tamamen sefil bir tesadüf eseri her önünden geçtiğimde "keşke bu apartmanda otursaydım" dediğim apartmana taşındım daha rahat uyku uyur kışları iliklerim ısınır oldu. Bir yıl sonra o zaman sevgilim olup yolunu beklediğim koc'a bir e-mail ile iş bulup önce Türkiye'ye sonra İstanbul'a geldi. Yavaş yavaş arkadaş çevrem genişledi...Eksikleri bir bir tamamlıyordum. Böyle böyle tam beş yıl sonra her şeyim tamam olmuştu.
İlk geldiğimde varlık içinde yokluk çeken bendeniz o zamanlar hiç sızlanmadan mücadele eden memur zihniyetli bir Ankara'lı iken şimdilerde İstanbul'lu oldum galiba elimdekilerin kıymetini mi bilmiyorum ne, sürekli sızlanıyorum.
Evet kabuğumu kırdım ben bu şehirde ama bir şekilde mutlu olmayı, yetinmeyi ve sanırım şükretmeyi unuttum...
Bu şehir, bu koşturmaca, bu yarış adamı tüketiyor, genç yaşta olmayan Ferrarimi satıp gidesim var ama yemiyor...
0 yorum:
Yorum Gönder