Stockholm - İsveç

Türkiye bizi PARANOYAK yapmış!


Mart ayındayız İstanbul’da hava çok soğuk değil ama havaalanındaki İsveçliler gibi parmak arası terlik giyilecek kıvamda hiç değil. Biz kutuplara gidiyoruz malum üstümüzde kış koşullarına en uygun kıyafetler ve kar botlarımız var.
Uçaktan başarıyla indik. Başarıyla diyorum çünkü bu memleket çok göç alıyor. 3. dünya ülkelerinden arkadaşlarımız uçağı o kadar pis bıraktılar ki artıklarından koridorda bile yürünmüyor. Bin tane soru soran memuru atlattıktan sonra hızlıca bavulları toplayıp information desk-e gidiyoruz. Korkunç güzel sarışın bir hatun bize havaalanında otelimize kaç vesait ile kaç farklı yönden gideceğimizi sabırla anlatıyor en ucuzunu seçiyoruz. Kalkmasına saniyeler kala shuttle yetişiyoruz.
Oturduk ama gözümüz arkadaki bavullarda “ya biri alır götürürse- ki bu İstanbul’da olmayacak bir şey değil” diye düşünürken öndeki amca bize bisküvi ikram ediyor. Paranoyaklık seviyemiz hat safhada adam kesin bizim yabancı olduğumuzu anladı bisküvilerde ilaç var ve bavullarımız alacak hatta belki organlarımızı diyerek eşimle aynı anda teşekkür edip reddediyoruz.
Bu memleketin dili acaip alfabe de öyle maalesef. Bütün durakların isimleri neredeyse aynı. Dikkatli bakmayınca bir harf farkıyla 3 durak önce shuttledan iniyoruz. Neyse alt yapı muhteşem hemen metroya inip ve bu sefer doğru durakta iniyoruz. Haritayı doğru biçimde tutup tutmadığımızı anlamaya çalışırken bu sefer de kırmızı suratlı bir adam yanımıza geliyor çok yavaş bir İngilizce ile yardım teklif ediyor. Ama biz Türküz işimizi biliriz ve bu adam sanki sarhoş üstelik; ya bizi kandırırsa diyerek teklifi yine reddediyoruz.
Doğru yönü bulacağız diye -5 derecede kar altında elimizde bavullar bir sağa bir sola giderken bıktık bu İsveçlilerden başka biri yardım teklif ediyor. Bu sefer kendimiz aşıp adamla muhabbet etmeye başlıyoruz. Tabiî ki yanlış yöne gidiyormuşuz ve tabiî ki adam bize otele kadar eşlik ediyor.
Otel 3 yıldızlı gayet de sevimli (ama biraz pahalı). Hemen odaya eşyaları atıp elde harita sokaklara vuruyoruz kendimizi. Muhteşem bir kar yağışı altında bir makine bende bir makine kocada başlıyoruz merkeze doğru yürümeye. Yürümeye karar verdik çünkü haritadaki sokakları 2 adımda geçince ne kadar küçük bir şehir merkezinde olduğumuzu anlıyoruz.
Hava buz, yollar buz ama her yerde içliklerle bisiklete binen insanlar var. Sonradan öğrendik ki burada bürokratlar bile işe bisikletle giderlermiş.
Merkez tren istasyonunu geçince eski ve yeni şehir merkezi diye iki alternatifiniz var. Bir koca beni fotoraflıyor bir ben kocayı…Etrafta Japon turistler yok…Hatta belki tek turist sanki biziz… Sonradan yanımıza 40lı yaşlarında sarışın bir kadın gelip fotoğrafımızı çekmeyi teklif ediyor ama son derece tırsık bir çift olduğumuzdan kesin makineyi çalar düşüncesiyle kibarca redediyoruz. Kadın gülümseyerek tiyatro kuyruğuna giriyor… Ve işte o an ne kadar farklı bir ülkede olduğumuzu anlıyoruz. No more fear!!!
İnsanlar çok yardımseverler, soğuk memleketin sıcak insanları, beraber yaşamayı öğrenmişler…Kadınlarının gençleri 20-25 yaşları arası çok güzeller, erkekler fazla sarı benim tipim değil ama yakışıklı sayılırlar... 30un üstündeki kadınlar sanki yok…Soğuktan heralde ince derileri çabuk buruşmuş, hepsi saçlarını kısacık kestirmiş ve bakımsız geldiler bana sonrasında orada yaşayan bir Türk de aynı şeyi söyledi bu güzellikleri 30' undan sonra kayboluyormuş…
Yürü yürü epey geldik hava karardı bir kafede ısınıp bir şeyler içtikten sonra devam etmeye karar veriyoruz. Artık hava o kadar soğuk ki haritayı açamıyorum…Neden sonra eski binaların arasından çıkıp denizi görüce bir haritaya bakmaya karar veriyoruz bir de ne görelim koca merkezi çoktan geçip şehir dışına doğru ilerlemeye başlamışız.
Karnımız da acıktığı için dönüşe başlıyoruz. Restoranlar çok pahalı; yolda Friday’s görüp fiyatlarına bakınca İstanbul fiyatlarının tam iki katı olduğunu görüp marketten bir şeyler alıp odada yemeye karar veriyoruz.
ICA marketteki Türk kasiyerden biraz daha bilgi edindikten sonra tek tek meyve almaya başlıyoruz. Turunçgiller ve domates inanılmaz pahalı ve hepsi İsrail’den geliyormuş. Neden bizden değil acaba diye söylenerek otele varıyoruz.

Neyseki otel sıcacık…

2. gün :

Benim Avrupa’daki en başarılı kahvaltımı burada yapıyoruz. Yalnız bir sorun var benim işten gelip de vakitsizlikten 2 dakikada sofraya akşam yemeği olarak servis yaptığım İsveç köfteleri burada kahvaltıda yeniyor! Bir de şu domuz sosislerinin bizim alışkın olmayan mideye pek iyi gelmediğini anlamış olmaktan pek mutlu olmuyoruz. Midemizden ağzımıza doğru hareket eden sosisler ile bugun biraz müze gezeceğiz. Memleketin tarihi eserleri zayıf, öyle İtalya’daki gibi şaşaalı kiliseler de yok ve zaten pazar günü olmadığı için kapalı. Yürüyerek merkeze iniyoruz. Tüm gençler kültür evi denilen koca bir alışveriş merkezi biçiminde bir binada. İçerde kitap okuyanlar, dans edenler var. Camdan gözüküyor izleyebiliyorsunuz. Biz de içeri giriyoruz. Belediyenin 2020 senesine kadar Stockholm’de neler yapılacağını gösteren dev maketini inceleyip kendi belediyecilik anlayışımızı ve belediyeden beklentilerimizi kıyaslıyoruz. Bizim için kapı önündeki çöpler toplansın yeter ama değil mi???
Yan taraftaki AVM’ye geçiyoruz. Sadece dini bayramlarda yenilen çiğ kremadan yapılmış Alman pastası gibi bir tatlı yedik krema muhteşemdi. Biraz mağazaları gezerken bir Türk tezgahtar ile karşılaşıp ayak üstü muhabbet ediyoruz. Turist Türk pek olmadığı için kızcağız rahat rahat konuşuyor bizimle. Tekstilin ne kadar pahalı olduğunu bizim ülkenin bu açıdan nimet olduğunu anlatıyor; Konya’nın Kulu ilçesinde göç ile gelip Kulu’daki hayatın aynısını burada yaşamaya çalışıp uyum sağlayamayan Türkler yüzünden Afgan ya da Pakilerden pek de farklı muamele görmediğimizi öğrenip üzülüyoruz. Koca, teknoloji marketlerinden muhabbetini açıp 4 vesait ile OUTLET centera gidilebileceğini öğrendikten sonra müze gezme planını ertelemek zorunda kalıyoruz. Hadi bakalım bilimum ulaştırma araçlarını kullanıp metro-otobüs-tren bir şekilde tam da istasyonda belirtilen saatlerde varacağımız yere varıp geri dönünce çok ucuza (sakın aldanmayın sadece bir tek telefonda MEDYAMARKT’da indirim vardı o da şans işte kocanın istediği telefondu) kocanın istediği telefonu da almış olunca daha bir neşe içinde VASSA Museum’a doğru yürümeye başlıyoruz Türkiye’de öğrenciyiz diyince %75 indirim ile müzeyi gezmeye başlıyoruz. Müze dediğimiz işte 1860 yılında batan bir geminin olduğu yerden çıkarıldıktan sonra üstüne inşa edilen bir bina aslında o kadar da eski değil ama müzede şaheser sergileniyormuş havası var hani…
Diğer müzelere artık kapandıkları için gitme şansımız olmuyor biz de acıkan karnımızı doyurmaya maalesef Pizza Hut’a gidiyoruz. Ne yapalım en ucuz orasıydı……….
Garsonumuz kel göbekli genç bir çocuk bizimle çok ilgilendi. Süper bir İngilizcesi var adamla anlaşırken çok yorulduk sanki kolej hocam mubarek. Türkiye’yi, Konya’yı, Ankara’yı, İstanbul’u ve Atatürk’ü çok iyi biliyor. Hele Atatürk’ü çok iyi biliyor çünkü lisedeyken dünyanın kaderini değiştiren liderler hakkında bir ödev hazırlamış ve o Atatürk’ü seçmiş....
Bir şey daha söylemem lazım. One minute olayından kısa bir süre sonra gittik İsveç’e. Bir markette tezgahtarlık yapan bir Paki ile karşılaşıp lüzumsuz bir sohbete giriştik. Konu Pervez Müşerref’ten açıldı. Adam ne kadar nefret ettiğini anlattı sonra bizim nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuzu söyleyince başbakanımızı çok sevdiğini söyledi bir kelime canımızı sıktı. Last Halefe…Atatürk dedik “kaput” cevabını verdi. “aaa” dedik “biz çok severiz”…Bundan sonraki cümle daha da can sıkıcı oldu “Are’nt you Muslim?” “So what” diyerek ayrıldık ama uçağa binmeden önce canımızı oldukça sıktı..Gerçekten bu adam Müslümansa biz ne olabilirdik?

0 yorum: